Mutluluk Kutusu, her şeyden önce bir kadının iyileşme hikâyesi. Küçük kızının gözünden, onu neredeyse deliliğe sürükleyen depresyonuna tanıklık ettiğimiz ve yine kızının çabalarıyla ayağa kalkabilen bir kadının.
Minimalizm, son yılların gözde akımlarından. Yaşam alanlarını gereksiz eşya yığınlarından arındırmayı, insana daha çok alan açmayı gözeten minimalizmin mottosu basit: “Daha az eşya, daha çok yaşam!” Fikre karşı olduğumdan değil elbette; ama minimalizmin, benim yaşamla kurduğum ilişkiyi tanımlayan bir kavram olmadığı kesin. Kitaplarım başta olmak üzere, yaşamımın herhangi bir anında beni heyecanlandıran irili ufaklı her tür nesneyi bir kenara koyan, istifleyen biri olduğumu rahatlıkla söyleyebilirim. Bu, eski bir yaka rozeti de olabilir kocaman bir marangoz testeresi de… İstifçiliğimin iki motivasyon kaynağı olduğunu düşünüyorum: İlki bazı nesnelerin, geçmişimle kurduğum köprüler olduğuna dair inancım. İkincisi ise “Bu zamazingo belki bir gün işime yarar,” hayalperestliği. Bu ikincisinin başa bela olduğunu itiraf etmeliyim ama bu, başka bir yazının konusu.
Eşyalara yüklediğim anlamların abartılı olup olmadığı su götürür bir tartışma ama hepimizin çeşitli nesnelerle farklı bağlar kurduğumuz aşikâr. Dededen yadigâr döküntü bir çalışma masası yahut okul yıllarından kalma bir gitar ya da yıllar önce gittiğimiz bir konserin biletleri… Hiç işimize yaramayacak olsalar bile, bize geride kalmış güzel günleri -ve insanları- hatırlatan, bizi biz kılan yaşanmışlıkların birer kanıtı onlar.
İşte Charlotte Gingras’ın kaleme aldığı Mutluluk Kutusu, eşyayla kurulan böylesi bir bağı anlatıyor. Üstelik bu eşya yalnızca hatırlatıcı bir nesne de değil, eyleme geçiren, iyileştiren bir araç: Bir piyano!
On yaşındaki Clara’nın ağzından dinlediğimiz hikâye, bir taşınma ile başlıyor. Ama bu, bildiğimiz sıradan taşınmalardan değil, daha ilk cümlelerden anlıyoruz bunu. Clara bize piyanonun gittiğini bildiriyor; büyükannenin ve anne babanın yatağının da… Bunlar öylesine söylenmiş şeyler değil. Dağılan bir ailenin portresi, Clara’nın çizdiği. Giden büyük-
anne, yatak ve piyano geçmişte kalan bir devrin sembolleri. Özellikle de piyano… Küçük kızın ablalarından birinin dediği gibi, onlar için piyano “bir mutluluk kutusu”. İşte Clara, büyük bir öngörüyle, annesine -ve kendisine- iyi gelecek tek şeyi, “mutluluk kutusu”nu tekrar bulmayı, bu yüzden çok istiyor.
Paralel okumalar
Mutluluk Kutusu, her şeyden önce bir kadının iyileşme hikâyesi. Küçük kızının gözünden, onu neredeyse deliliğe sürükleyen depresyonuna tanıklık ettiğimiz ve yine kızının çabalarıyla ayağa kalkabilen bir kadının. Charlotte Gingras mutlu bir son kurgulamış anlatısına, gerçek yaşamda genellikle karşılaştığımız sonların aksine. Bu pozitif sonu bir yana bırakırsak, Mutluluk Kutusu bana başka bir kitabı anımsattı: Charlotte Perkins Gilman’in dilimize de birçok kez çevrilmiş kült romanı Sarı Duvar Kâğıdı’nı. Gilman’ın kendi yaşamından izler taşıyan Sarı Duvar Kâğıdı’nda, başta kocası olmak üzere çevresindeki erkekler tarafından toplumdan, sosyal yaşamdan koparılan, istekleri ve duyguları göz ardı edilen bir kadının depresyonuna ve zamanla tamamen aklını yitirmesine tanıklık ederiz. Patriarkal sistemin kadın üzerine kurduğu tahakkümün çok boyutlu, feminist bir eleştirisi olarak okunabilir Gilman’ın eseri.
Mutluluk Kutusu, Sarı Duvar Kâğıdı’yla -onun kadar kadar katmanlı ve amaca dönük bir metin olmamakla birlikte- bir kadının, toplumsal cinsiyet rolleri içinde neredeyse delirmeye varan depresyonunu konu alması nedeniyle paralellik taşıyor. Başka benzerlikler de var elbette iki eser arasında. Bunların başında “ev” imgesi geliyor belki de. Her iki kitapta da kadınların, taşınma sonrası kapandıkları “ev” önemli birer sembol. Depresyonlarıyla yalnız başa çıkmalarını koşullayan, birer kapalı mekân -belki de birer hapishane- bu evler. Kadının isteklerini ve duygularını önemsemeyen koca tiplemesinin yanı sıra, kimi diğer kadınlardan oluşan ve yine kadının yaşadığı depresyonu anlamaktan uzak yan karakterler de iki eserin benzeştiği noktalardan. Gilman’ın eserinde kadının erkek kardeşinin ya da kocasının kız kardeşinin yerini, Mutluluk Kutusu’nda kadının yeni evlenmiş ikiz kızları alıyor. Evlendikleri “bıyıklı” kocalarının gölgesinde, -annelerini bir iş arkadaşıyla aldatan babalarını değil de- annelerini evliliğine sahip çıkamamakla suçlayacak kadar körlük içindedir ikizler.
Gilman’ın eserinde, oda duvarlarını kaplayan sarı duvar kağıdının deseni delirme sürecinin takıntı nesnesine dönüşürken, Mutluluk Kutusu’nda evdeki eşyaları altın rengine boyama isteği annenin takıntısıdır. Clara içten içe bilmektedir ki, annesini delirmekten kurtaracak şey piyano ile yeniden kuracağı bağdır. Müzik üreterek toplumsal yaşamda yerini tekrar alabilecek, depresyonunu geride bırakacaktır.
Çocuklar her şeyin farkında
Mutluluk Kutusu, kısa ama çarpıcı bir metin. Clara on yaşında bir çocuğa göre hayli olgun gözlemler ve sert çıkarımlar yapabilen bir çocuk. Annesi de dâhil olmak üzere, çevresini saran tüm yetişkinlerin, onu umursamayan, bencil tavırlarının farkında. Kitap, bu açıdan, çocuğun yetişkin dünyasına eleştirisi olarak da okunabilir. Babasının, yetişkinlerin “karmaşık” ve “tuhaf” dünyalarını çocukların anlayamayacağına dair söylevine yanıtı, bunun en net ifadesi: “Peki ya ben? Peki ya yetişkinler bana ne yaptıklarını biliyorlar mı?” Açık ki Clara’nın ailesi başta olmak üzere, çoğu yetişkinin bu soruya verecek düzgün bir yanıtı yok.