Yaz tatiline yaklaşıyor. Pandemi sebebiyle bir açılan bir kapanan sınıflarda maskeli, mesafeli eğitim görme şansını yakalayabilen çocuklar için bu yıl da zorlu geçti. Bir ay sonra onları doyasıya eğlenecekleri, dinlenecekleri oyun dolu bir tatil bekliyor diyebilir miyiz? Resmi rakamlara göre dört kişilik bir aile için açlık sınırının beş bin üç yüz yirmi üç lira, yoksulluk sınırın ise on yedi bin üç yüz kırk lira olarak açıklandığı bir ülkede bırakın tatil yapmayı beslenmek, barınmak, sağlık ve eğitim hizmeti alabilmek bile çok ciddi bir mesele olarak karşımıza çıkıyor. Derin Yoksulluk Ağı da geçtiğimiz ay yayımladığı raporunda özellikle beslenme durumuna dikkat çekiyor. Son bir yılda para ve diğer kaynakların yetersizliği nedeniyle yeterli gıda bulamayacağı kaygısı taşıyan bireylerin sıklığının %23.4, sağlıklı ve besleyici gıda tüketemeyenlerin %22.7, tüketilen gıda çeşidinde azalma yaşayan bireylerin %22.8 olduğunu belirten rapor zaten yaşadığımız acı gerçekleri verilerle de gözler önüne seriyor. Hal böyle olunca bu yıl pek çok çocuk okulu bırakıp çalışmak zorunda kaldı, okula gidebilme şansını yakalayabilmiş olanların da yazı çalışarak geçirebilme gibi bir umudu var!
Anlayacağınız üzere bahsettiğim yaz aylarındaki çalışma mahalledeki manav amcaya yardım edip dondurma ve gazoz harçlığı çıkartmaktan, terzi atölyesinde çalışıp düğme dikmeyi öğrenmekten çok öte bir durum. Merdiven altı bir imalat dükkânında sağlıksız koşullarda, bir tekstil atölyesinde saatlerce mesaiye kalarak, bir tatil köyünde sabahtan akşama kadar ayakta durarak kayıtdışı tutulacak bir çalışmadan, “çocuk işçiliğinden” bahsediyorum. Her türlü istismara açık bir şekilde, bedensel ve ruhsal olarak risk altında çalışacak bu çocukların birçoğu bir sonraki yıl okula dönmeyecek, dönemeyecek… Peki, bu durum için biz bir şeyler yapamaz mıyız? Annette Pehnt’in Sema Pelek çevirisiyle Kırmızı Kedi Çocuk tarafından yayımlanan Harika Bir Başlangıç adlı romanında sıkça vurguladığı gibi bir araya gelip birlik olursak, adaletsizliğe karşı sesimizi yükseltip tepki verirsek, ezilenden yana olup dayanışarak hak arama mücadelesine girişirsek en azından bir başlangıç yapmış oluruz.
Mükemmelin Arkasında Gizlenenler
On iki yaşındaki Philip’in okul ödevi için yaz tatilinin nasıl geçtiğini anlatması, yazması gerekmektedir. Kitabın başında bu çok kullanılan öğeyle karşılaşmayı sevmesem de kitabın kurgusundan çok yer verdiği konuyu ele alış şeklini merak ettiğim için okumayı bırakmadım. Philip yaz tatili için küçükken gittiği Palmiye Kulüp’e yeniden gidebilmek için can atmaktadır. Her şey dahil sistemiyle çalışan uzak ve sıcak bir ülkedeki bu tatil köyüne gitmek artık ailesi için kolay olmasa da yine de anne ve babası imkânlarını zorlayarak onun bu isteğini gerçekleştirirler. Aslında bunu sadece oğullarını mutlu etmek için yapmazlar, oraya gitmek onları da “saygın” ve “mükemmel” hissettirir. Ancak bu kez tatil Philip’in hayal ettiği gibi, daha doğrusu anılarında olduğu gibi geçmez. Çünkü artık büyümüştür ve etrafında olup bitenleri sorgulamaya başlamıştır. Aslında küçükken de gittikleri bu tatil köyünde neden çocukların havuzda yüzmek ya da okula gitmek yerine çalışmak zorunda olduğunu anlamak istemiş ama babasından bir yanıt alamamıştır. Annesinin çocuk işçiliği olarak tanımladığı duruma babası tatilimizi bununla mahvetmeyelim karşılığını vererek konuyu kapatmıştır. Evet, tabii ya etrafımızdaki yoksulluğu, yolsuzluğu görmeden yaşamak çok daha kolay ve bize dokunmayan yılan bin yaşasın öyle değil mi? Ama dünya üzerindeki bu adaletsizlik aslında Philip’in babasını da etkiliyor. Öyle ki ikinci kez Palmiye Kulüp’e gittiklerinde çalışmak için bilgisayarını da yanında götürüyor. Çok çalış, çok harca diyen kapitalizm çarklarındaki bir emekçi o da aslında! Philip’in çevresine karşı duyarlılığının daha çok anneden kaynaklandığını anlıyoruz. Ama bu duyarlılık ilk olarak sadaka vererek gönlünü rahatlatmak şeklinde kendini gösteriyor. Philip cep telefonunu kulüpte çalışan “güzelleştiricilerden” birine, Anuka adlı kıza hediye etmek istiyor. Ama daha sonra Anuka ve diğer işçi çocukların asıl ihtiyaçlarının kendisininkinden çok farklı olduğunu anlıyor. Açık büfede sınırsız bir şekilde yiyip içtiği için kusan, bağırsaklarını bozan bir çocuğun geceleri aç yatan çocukları anlaması zaman alıyor. Aslında tam olarak anlıyor da diyemeyiz, “fark ediyor” buraya daha yakışan ifade olacaktır. Bu fark ediş için ise trajik olayların yaşanması gerekiyor.
Kitapta, çalışmak zorunda kalan Anuka ve onun iki kardeşinin, Anuka gibi kulüpte bütün gün tatilcilere hizmet veren ve bunu sürekli gülümseyerek yapmak zorunda olan Valencia’nın ve bir de aşçı yamağı olarak çalışan daha doğrusu kitabın hemen başında en ufacık bir hatası yüzünden Susan tarafından kovulan Tommie’nin hayatına tanık oluyoruz. Anuka’nın ağabeyi Mo ve erkek kardeşi Stefane’ın bir ebeveyni olmadan, kendi başlarına yaşama tutunmaya çalışmaları beni çok etkiliyor. Mo’nun, ağabey olarak bu ailenin en büyüğü olmasına rağmen kardeşlerine karşı sorumluluk almaması hatta en küçük kardeşi ciddi bir şekilde hastalandığında bile tüm yükü kız kardeşi Anuka’nın omuzlarına yıkması da dikkatimden kaçmıyor. Aynı durumu, yani maddi ve manevi bütün yükün kadının omuzlarına yüklenmesi durumunu Tommie’nin ailesinde de görüyoruz. Tommie’nin balıkçı olan babası ortada yok ve tüm yük annesinin üzerinde. Yoksulluğun en çok kız çocuklarını ve kadınları etkilediğini, bu durumun bizim coğrafyamızda da aynı şekilde cereyan ettiğini biliyoruz. Ebeveynsiz çocukların çalıştıkları yerlerdeki yetişkinlerden şefkat ve ilgi görme ihtiyaçları da çok düşündürücü. Anuka şef Susan’ı annesi, aşçı John’u da babası gibi görmek istiyor. Bu durum çalışan çocukların her türlü istismara nasıl da açık olduklarını bir kez daha bize gösteriyor. Kitapta bu iki karakterle bir denge kurulmaya çalışılmış: Sistemin devam etmesi, sömürünün sürmesi için acımasız bir karakter olan Susan ve çalışan çocukların yanında olan, en baştan beri Anuka’ya evine götürmesi için yemek veren, babacan şefkatli bir karakter olan John. John işten atılan Tommi ve Valencia’nın yeniden işe alınması için de çocukların örgütlenmesine yardım ediyor. İşte bu noktada olaylar inandırıcılığını yitirmeye başlıyor. Kendimizi bir iyimserlik bulutu içinde buluyoruz ve Susan’ın hemen dönüşeceğine ikna olamıyoruz. Tatilci ve işçi çocukların birlik olup yaptığı eylem sonrası Anuka, Tommi ve Valencia işe geri dönseler de Palmiye Kulüp’teki sömürünün düzeleceğine, doktorun Susan’ı etkileyeceğine dair bir kanıya varamıyoruz. Elbette her şey birden değişmeyecek, yazarın Philip’in annesine söylettiği gibi bu harika bir başlangıç ama yine de olayların bu şekilde çözüme ulaşmasının çok hızlı olduğunu düşünmeden edemiyoruz. Bu harika başlangıcın yarım kalacağını düşünüp üzülüyoruz. Evet, belki romanda olaylar böyle sona eriyor. Peki, bizim gerçek hayatta harika başlangıçlar yapmaya ve bu başlangıçları sürdürmeye cesaretimiz var mı? Bunu da her şeyde olduğu gibi çocuklardan beklemeyelim, ne dersiniz? Bu kitabı çocuklarımıza okutup onların cesur olmasını, sömürüye karşı boyun eğmemesini isteyelim elbette ama önce biz gidelim de ilk seçimde oyumuzu kullanalım öyle değil mi? Bence bu iyi, hatta harika bir başlangıç olacaktır!
https://sanatkritik.com/yazilar/tas-kagit-makas-yazilar/sayimiz-cok-olmali/